GÜLE GÜLE ANNE
Günlerden 25 Haziran; normalde üç gün sonra doğum günüm olması nedeniyle içim içime sığmıyor olması gerekir. Ama anlamlandıramadığım sebepsiz bir sıkıntı ruhumu sanki kıskaca almış gibi; nefes alamıyor, boğuluyorum. Havanın çok sıcak ve nem oranının çok yüksek olmasına bağlıyorum bu durumu. Uzandığım kanepede bir sağa bir sola dönüyorum yine de içimdeki sıkıntıyı def edemiyorum. Kafamı dağıtmak ve kendimi dinlememek için telefonla oyalanıyorum. İşte sonun başlangıcı olan olaylar tam bu anda apansız gelen bir telefonla başlıyor.
Telefon eşime gelmişti. Telefondaki kişinin ona vermiş olduğu haberden sonra suratı allak bullak olmuş, sesi hıçkırığa boğulmuştu. Cesaret edip te ne oldu demeye dilim varmıyor, korkunun her bir zerresini iliklerime kadar hissediyordum. Ben o cesareti buluncaya kadar o acı haberi “ Annem banyoda bayılmış” diyerekten söyleyince sanki göğsüme bir hançer saplanmış gibi bir sızı hissettim. Bu imkansızdı, olamazdı; zira o kadar sağlıklı bir kadının birden kendinden geçip bayılması, bilincini kaybetmesine aklım sırrım ermiyordu.
İnsanın bu gibi şok durumlarında eli ayağına dolanıyor; beynin de seninle şaşkınlık ve telaş içinde çünkü. Öyle bir telaş ki; sana “ sakın ol! Şunu yap, bunu yap “ diye emir bile veremiyor; beynimizde devre dışı kalıyor. Apar topar kendimizi sokağa attık. Biz bir kurtarıcı, biz ilk yardımdık; ona ulaştığımızda, elini tuttuğumuz da belki ona bir can olacaktık. Eşim kanatlanmış, koştura koştura arabaya binmeyi bile düşünmeden ona daha çabuk ulaşabileceğini düşünüyordu.
Eve vardığımızda ambulans çağırılmış ama henüz gelmemişti. Kayınvalidenin dilinin normalini yitirmesinden rahatsızlığın bir inme olabileceği doğrultusundaydı. Ambulansın gelmesi geciktikçe hepimizi daha bir telaş almaya başlamıştı ki belki adresi bulamamışlardır düşüncesiyle dışarı attım kendimi. Çok geçmeden ambulans gözükünce önüne attım kendimi. Ambulansın acı frenle durmasının ardından apar topar eve çıktık. Biz gelmiştik; onu kurtarmalıydık; o ölümle adı yan yana bile gelemeyecek kadar hayat dolu ve sağlıklıydı.
Hastanenin yolu uzadıkça uzuyor, sanki biz yetiştikçe o uzaklaşıyor; bir türlü varamıyorduk. Ambulansın ortalığı yıkarcasına gidişi ve bizden önce acil servise varacak olmasını düşündükçe kendi kendimizi teselli ediyorduk. Sonunda hastaneye varabildik; aslında uçarak gelmemize rağmen yol gözümüzde büyümüştü sanki. Acil serviste hastanın kritik hastalara ait olan bölüme alındığını öğrendik ve içeriden gelecek müjdeli bir haberi umutla beklemeye başladık. Oğlunun, kızının, gelininin,benim; hepimizin suratı allak bullak olmuştu. O bekleyiş sürecinde ömrümüzden ömür gitmiş; beş on yaş yaşlanmıştık adeta.
Cezaevindeki mahkumların volta atarak zaman geçirmesi gibi, biz de bir ileri bir geri volta atarak gözümüz içeriden gelecek iyi bir habere odaklanmıştı. Zihin durmuş, başka bir şey düşünemez olmuştu. Beyin bile bize emir verme cesaretini kendinde bulamıyor; utanıyordu sanki. Ne kadar vakit geçti bilemiyorum ama bir vakit sonra içeriden genç bir nöbetçi doktor çıkageldi; yüzü gülsün, tebessüm etsin n’olur diye dua ediyorduk her birimiz. Maalesef gelen doktorun da suratı bizimki gibi sapsarı olmuş, beti benzi atmıştı. Yanımıza gelir gelmez “ Nasıl bu hale geldi hasta. Durumu pek iyi görünmüyor. Hayati tehlikesi mevcut” demesiyle hepimiz freni boşalan kamyonun yokuş aşağı son sürat gitmesi gibi olduğumuz yere yığılıverdik.
Onu ölümle yanyana getirmek istemesek te, ona bunu yakıştıramasak ta bu fikir hepimizin kafasındaydı artık. Aslında onu ilk banyodan çıkarırken bilinci gelmeksizin gözlerini açtığında ölümün kendisini o gözlerde görmüştüm; ama bunu kendime ve çevreme itiraf edemedim, yapamadım. Doktorun ağzından işin ne kadar ciddi ve hayati tehlikesinin ne kadar yüksek derecede olduğunun bizlere bildirilmesi ile ölüm gerçeği ile kaçınılmaz bir şekilde karşı karşıya kaldık.
Hasta üzerinde yapılan ilk klinik tespitlerin ardından beyninde oluşan hasarın görüntülenmesi için bilgisayarlı tomografiye ihtiyaç duyulduğunu bize bildirdiler. Gelen netice ise hepimizi şok etti; çünkü kayınvalide’yi bu hale getirenin sinsi bir anevrizma olduğunu, bunun patlaması neticesinde de beyin kanaması olduğu söylendi ve acil ameliyata alınacağı bildirildi. İşin enteresan tarafı patlayan baloncuğun dışında iki tane daha mevcut olduğunu ve hasta ameliyattan sağ olarak kurtulsa bile on gün, yirmi gün sonra tekrar anevrizma patlaması ile karşı karşıya kalınabileceği ve her şeye hazırlıklı olmamız gerekli olduğu söylendiğinde sanki damarlarımızdan bütün kanın çekildiğini, bedenimizin oksijensiz kaldığını hisseder olduk; o anda sanki hastane salonu deprem olmusçasına alt üst olmuş, her şey birbirine girmişti.
Hastanede ameliyata girecek olan cerrah ile yaptığımız son görüşmede “ Onu sana emanet ediyoruz. Orada yatanın kendi annen olduğunu düşün ne olur” dediğimizde cerrahın bize dönerek cevaben “ Böyle bir söz veremem. Orada yatan hiç bir hastayı diğerinden üstün tutmam mümkün değil. Yoksa bu işi yapmamızın mümkünatı yok” demesiyle aslında bize hiç bir umut vermediğini, hastanın olan şansının da çok düşük olduğunu idrak etmek istemedik.
Geçmek bilmeyen saatler, edilen dualar, göze girmeyen uykular hepsi birbirine karışmıştı ; dakikalar dakikaları, saatler saatleri kovalıyor ama ameliyathaneden çıkan eden hiç bir kimse olmuyordu. Yaklaşık sekiz saatlik bir bekleyişin ardından sabaha karşı dört sularında ameliyathanenin kapısı nihayet aralandı ve yeşil önlüklü, eldivenli, alnından şıpır şıpır ter damlayan bir cerrah bize doğru yöneldiğinde hepimiz koştura koştura bayram şekeri hediyesi alacak çocuklar gibi müjdeli bir haber için etrafını sardık. “ Hastaya gerekli müdahale yapıldı. Şu an bilinci yerinde değil.Hayati tehlikesi halen mevcut” demesiyle yarı sevinç yarı tedirgin hale büründük. Hiç olmazsa masada kalmadı diye düşünüyorduk çünkü hepimiz.
Beklemenize gerek yok denmesine rağmen annemizin kapının ardından çıkıp geleceği ve arabaya binip evimize gidebileceği düşüncesi bizi halen orada tutuyordu. Bir müddet bekledikten sonra kayınvalide’yi kanamanın devam edip etmediğinin anlaşılması için tekrar görüntüleme yerine götürdüler; ardından da yoğun bakım ünitesine aldılar. Bizde bir yanımız eksik olarak eve dönmek zorunda kaldık.
Ertesi gün, sonraki gün hep hastaneye gittik geldik; artık umutluyduk çünkü valide direniyordu; onun direnmesi için çok sebep vardı. O bizi böyle bırakıp gidemez, bize ihanet edemezdi. Torunlarından üniversiteden mezun olamayanların mezuniyetini görecek, işe girdiklerine tanık olacak, ilk maaşları ile kendisine sürpriz yapmasını bekleyecek; onların ilk kız arkadaşını, evleneceği kızı ve çocuğu kendisi ile tanıştırmasına tanık olacak, düğünlerinde karşılıklı çiftetelli oynayacaktı. Bunları yapmadan gidemezdi, bunu yapmazdı; biz emindik çünkü bundan. Kayınvalide bizi hiç kandırmamıştı çünkü.
29 Haziran Salı günü yine hastaneye umutlarımızı tazeleyerek gittik. Evde olmak ruhumuzu sıkıyor, hastaneye gidince kendimizi ona yakın hissediyor, bizim inancımızın, gücümüzün ona geçeceğini düşünüyorduk; gelgelelim hastanede iken kendimizi daha iyi hissediyor; sohbet edip, şaka bile yapabiliyorduk. Hastanın tansiyonunu müsait olursa beynindeki kanamanın durumunu ve hasar durumunu görmek için tekrar görüntüleme merkezine alınacağı söylendi. Uzunca bir bekleyişten sonra validenin oğlu, gelini ve eşimle beraber geri döndük.
Yeğenim ve eşi geçmiş olsun dileklerini iletmek için bize geleceklerini bildirince onları beklemeye başladık. Hastaneyi hiç bir şekilde;hasta ne durumdadır diye arama şansımız yok. Sadece onların her gün saat iki, ikibuçuk arası genel bilgilendirme için aradıklarını biliyoruz. O akşam misafirlerimizi beklerken olağan dışı hastaneden eşim arandı; çünkü telefonlarını kaydetmişti. Alakasız bir saatte hastanenin arama kaydını görünce beti benzi atınca telefonu bana uzattı. Bu saatte aramanın iyiye yorumlanmayacağını bilsem de telefonu alıp “ Buyrun, dinliyorum” dedim.
“Şu anda hastanızın durumu ağırlaştı, müdahale ediyoruz; hemen gelseniz iyi olur; birde herşeye hazırlıklı olun” denince eşime ne diyeceğimi bilemedim. Sadece “ Gelseniz iyi olur, hasta biraz ağırlaştı” diyebildim. İçimden giderken “ yapma be valide” dedim. “ Göreceğin çok şey var daha” diyerek gözlerimiz pınar olmuş vaziyette hastaneye kendimizi attık.
Hastaneye geldiğimizde yoğun bakım odasının kapısında “ Annemizi ver bize ‘ diyen küçük çocuklar bekler vaziyetteydik. Ama maalesef dışarı bize o kara haberi veren doktor annemizi bize veremeyeceğini, kalbinin yedi buçuk ta durduğunu, kırk beş dakika geri getirmek için uğraştıklarını ama başaramadıklarını söyleyince hepimiz döndük kaldık. Sanki zaman durmuş, belki geriye sarma imkanı olursa herşeyin düzelebileceğini düşünür olmuştuk. Ama nafile; validem gitmiş, bizi hep güldüren, tatlı dilli valide bu sefer bize kötü bir şaka yapmıştı. Biz buna alışık değiliz be anacığım. Neden yaptın bunu bize!
Gerçeklerle yüz yüze gelince ister istemez kabul etmek zorunda kalıyor insan, ne kadar zor olsa da. Kayınvalide yi dilim varmıyor ama arabamızla eve götürmeyi düşlerken maalesef morga teslim etmek zorunda kaldık ve sevgili validemin yüzünü son bir defa açtırıp onunla hepimiz; oğlu, kızı, torunu ve gelini vedalaştık. “ Hakkını hellal et validem. Benden sana tüm hakkım fersah fersah helal olsun” diyerek onunla vedalaştım.
Ertesi gün defin alanında aile kabristanlığında son vazifemizi icra ederken üstüne toprak atamadım be anacığım; yapmadım, kıyamadım, konduramadım; kızarsın, nasıl yaparsın bunu belki dersin diye elim o küreğe gitmedi ne anacığım. Seni seviyoruz ve inan hiç unutmayacağız. Huzur içinde uyu. Ünlü şair Ataol Behramoğlu’nun şiiri ile de valideye veda ediyorum. Hakkını helal et ve validem; burada içimdeki azap, üzüntü beni için için kemirirken bunu paylaşmak, yüreğimdeki acıyı hafifletmek istedim. İyiki seni tanıma şerefine nail olmuşuz be validem.
Annem yok artık.Beni düşünen kalbi yok.Bitti.
Umutsuz olmak istemiyorum.
Umutsuzluğun bir çıkar yol olmadığını biliyorum.
Annem yok artık,yeryüzü çok gördü onu,
Kalabalığın arasında kuş gibi çırpınan varlığını
Çok gördü
Dalgın yüreğini çok gördü
Bizim için çarpan,kaygılarla dolu yüreğini.
Annem yok artık.Bu kesin.Gelinecek bir yere gitmedi.
İşte geldim çocuklar demeyecek
Nasılsın yavrum demeyecek
Sobanın yanında oturup uzatmayacak yorgun ayaklarını,
Sabah kahvaltılarının masası olmayacak artık,
Yine gel demeyecek,
Çıkarken ben kapıdan, çıkıp karanlığa karışırken
Yeni bir dönemi başladı ömrümün,
Annemin olmadığı dönemi,
Onu yüreğimin üstüne nasıl bastırmak
İstediğimi bilemeyecek artık.
Gençlik dönemleri birşey anlatmıyor bana,
Aklımda hep son dönemlerinin annemi
Hayatım sürüp gidecek,annem olmadan,
Çocuklarım olduğunda onlara annemi anlatabileceğim
Sadece.
Fotoğraflarına bakacaklar,
Ufarak,biraz mahsunca bir kadın
Küçücük tozlu pabuçlarıyla merdivenleri tırmanıp
Kapımı açıp girmeyecek
Yüreği dopdolu,trafikten insanlardan şaşkın,
Kocasına sığınan biraz bütün fotoğraflarında
Hayatım rüzgar gibi akıp geçiyor,
Uğultulu bir rüzgar gibi akıp geçiyor hayatım..