Ana Sayfa Köşe Yazarları 7.11.2020 2073 Görüntüleme

GÖZLEMCİ

Bir hafta sonundan daha herkese merhabalar. Bugün muhtemelen herkesin yatakta ve mışıl mışıl uyuduğu vakitte dünden aldığım karar doğrultusunda sabah sporu yapmak için eşofmanları giyip pencereden dışarı mis gibi güz havasını içime çektim. Çise şeklinde yağan yağmur damlacıklarının sesi insanın kulağına hoş bir melodi gibi yansıyor. Doğa henüz yavaş yavaş canlanmakta, sabahın erken vakitlerinde gün doğarken öten muhabbet kuşları ise yeni bir günün müjdeleyicisi olarak herkesi yavaş yavaş uyandırıyor.

Koranalı günlerde ekran başında herkese öğütler vererek; yok bunları tüketirseniz size bir şey olmaz, yok bunu yaparsanız koronaya karşı kendinizi korumuş olursunuz diyenlere ben de diyorum ki koronaya karşı vücudunuzu zinde tutmalısınız. Bol bol su içmeli, metabolizmayı kuvvetlendirmek için bildiğimiz basit egzersiz hareketlerini yapmalı, hiç değilse gün de içinde 1 saat yürüyüş yaparak koronanın yuva yapıp bitirdiği ciğerlerinize oksijeni depolamalısınız.

Kendimi dışarı attığım vakit doğaya teslim olmuş vaziyette koşu güzergahım boyunca çiy yemiş çimenlerin sihirli kokusunu içime çekiyorum. Bu rayiha sanki etrafa salınmış bir parfüm kokusunu andırıyordu. Koşarken önümde biten salyangoza yaklaştığım vakit yolda yürürken çıkarttığım titreşimlerden bir tehlikenin varlığını fark ederek hemen kabuğuna çekildiğini gördüm. Bu arada bir dip not olarak belirtmekte fayda var; kara salyangozlarının başında iki anteni vardır. Antenin ucunda da gözleri bulunur. Kısa olan anten titreşimleri algılayarak çevre kontrolünü sağlar ki ayrıca koku alma duyusu da bu kısa antendedir. Yoksa salyangozların hayvanlar aleminin sağır canlıları olduğunu pek çok kimse bilmez. Salyangozun bu kendini koruma güdüsüne saygı duyup yanından geçerek koşumuza (yürüyüş de denilebilir) devam ettim. Park içindeki spor aletlerinin bulunduğu bölüme yöneldiğimde yalnız olmadığımı ve eşofmanlarını giyerek bisiklet, mekik, eliptik ve sarkaçta insanların hararetli bir şekilde çalıştığı gözüme çarptı. Onların yan tarafında ki çimenlik alanda ise bir işyerinin ışıklı levhasının sarılı, kırmızılı, mavili değişik renklerde yanıp sönmesini kendine eğlence edinen ve o ışık hüzmelerini yakalamaya çalışan iki tane kedinin o muzip gösterisi beni çocukken gittiğim sirklere götürdü. Tabi bu çocukken hissettiğim bir duyguydu. Şimdilerde sirkten ve bu işten para kazanan kesime nefretle bakarım. O hayvanları doğal ortamından alarak sadistçe davranıp sözde eğitmek, farklı figür ve hareketleri öğretmek bana çok zalimce geliyor.

Park alanındaki spor aletlerinin yoğun olması ve sıra bekleyip terimin soğuması riskini göz önüne alamadığım için 500 metre ilerisinde yer alan parka doğru yöneldim. Orada çok fazla yoğunluk olmadığı için buraya ait aletlerde kültür fizik hareketleri ve eliptik te bayağı bir vakit geçirdikten sonra yol güzergahımı şehir merkezinin bulunduğu yöne doğru çevirdim. Hava da bu arada iyiden iyiye aydınlanmış, ekmeğinin peşinde olan esnaf yavaş yavaş kepenk açmaya başlamış, kimisi kafesinin sandalyelerini dükkân önüne atıyor, kimisi işyerini temizliyordu. Restoranına müşteri bile kabul eden vardı. Önünden geçtiğim piliç çevirme yapan bir lokantada piliçleri fırınlı ızgaraya dizen esnafın hemen yanında biri yavru, diğeri annesi olduğunu tahmin ettiğim kedi sabah kahvaltısının peşinde, derdini esnafa anlatmaya çalışıyor ama adam oralı bile değil. Yanlarından geçerken yavru kedinin gözlerimin içine bakarak miyavlaması ve adamı bana şikâyet etmesi “Bana yemek vermiyor” cinsindendi. Bu miyavlamayı duyan kim olsa bunun şikâyet olduğunu anlardı. Adama gidip içerden parasını verip bir parça ciğer alıp her ikisinin önüne koyunca onlardaki teşekkürü inanın bir görmenizi isterdim. Yanlarından ayrılırken her iki kedi hala arkamdan bakmaktaydı. Ben gitmeden yemeklerini yememekteler. Ne bileyim belki de bu kedilerin bir saygı gösterme biçimi olabilir mi dedim içimden.

Sağıma soluma baktıkça insanların koşuşturmacası ne ilginç. Kim bilir nereye gidiyorlar. Herkesin farklı bir amaç için koşturmacası var. Kimi işine yetişme, kimisi de sevgilisine verdiği randevuya geç kalmama telaşında; şu eşarbını bile özensiz bağlamış kadınla, surat ifadesi duygusuz adam belki de bir cenazeye yetişme derdinde olabilir mi? Kaldırım başında bekleyen adamın alnındaki her bir çizgi asırlık ağaçların kabuklarındaki kıvrımları andırıyor. Gören onu asırlardır orada bekliyor zanneder; gelmeyen bir sevgili, umutla beklenen bir aşk mı dersin acaba? Kim bilir! Herkeste farklı bir hikâye saklı.

Hayat bu işte.

Bu arada yavaş yavaş eve doğru ilerlerken kulaklığımda Erol Evgin’in hit parçası bu sabahki koşu ve yürüyüş programına noktayı koyuyor.

Bende bu cehennem gibi yürek olmasa
Hem de deli rüzgâr gibi hasret olmasa
Bir de cana can katan o sevdan olmasa
Bir de cana can katan o sevdan olmasa

Bende bitip tükenmeyen umut olmasa
Ferhat’ın dağları delen sabrı olmasa
Bir de cana can katan o sevdan olmasa
Bir de cana can katan o sevdan olmasa

Gönlümde bu dinmek bilmez sızı olmasa
Gözlerimde gözlerinin izi olmasa
Bir de cana can katan o sevdan olmasa
Bir de cana can katan o sevdan olmasa

Ah bu hayat çekilmez…
Ah bu hayat çekilmez…
Sen olmasan canım, bu çile çekilmez.

Herkese mutlu mu mutlu hafta sonları diliyorum.

Kavacık Mah. Fatih Sultan Mehmet Cad. Tonoğlu Plaza No: 3/4 - +90 532 387 73 79 - BEYKOZ - İSTANBUL

Tema Tasarım | AnatoliaWeb